Sinema, Sanat mı? Politika mı?

Batı sineması, tarih boyunca farklı milletlere ve kültürlere dair hikâyeler anlatan birçok yapım sundu seyirciye. Ancak bu hikâyelerdeki temsil biçimi, genellikle Batı’nın kendi politik, kültürel ve ideolojik bakış açısını yansıtıyor. Türkler içinde aynı durum söz konusu, ya tamamen görmezden geliniyor, hikayeler de yer bile verilmiyor ya da hikâyelerde kendilerine yer bulsalar bile olumsuz birçok özellik ile aktarılıyor izleyiciye.

Peki, Batı sinemasının bizimle alıp veremediği nedir? Neden, ırkçılığı kötüleyen ve hoşgörü mesajları veren Batı, Türkler söz konusu olduğunda bu hoşgörüyü göstermemektedir?

Bu yazıda, tarih bilgisi açısından uzman olmadığımı, ancak yaptığım bazı araştırmalara dayanarak bu meseleyi ele alacağımı belirtmek isterim.

Yabancı filmleri dikkatle izlediğinizde, Türklerin genellikle bu filmlerde yer almadığını fark edeceksiniz. Çoğunlukla yok sayarlar. Oysaki Türkler, dünya tarihinin başlangıcından bu yana var olan ve dünya kültürüne büyük katkılar sağlayan eski ve köklü bir medeniyet.

Türk karakterlerin yer aldığı Batı yapımı filmler de ise Türk karakter genellikle karikatürize edilmiş, abartılı ve olumsuz özelliklerle doludur. Türkler, kaba saba, şiddet yanlısı ya da geri kalmış bireyler olarak tasvir edilir.

Örneğin:

Midnight Express (1978): Türkiye’de bir Amerikalı turistin uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı gerekçesiyle hapse atılmasını konu alan bu filmi izlediyseniz zaten ne anlatmak istediğimi tahmin ediyorsunuzdur. Türklerin uluslararası imajına ciddi zarar vermiştir. Filmde Türk gardiyanlar zalim, yozlaşmış ve insafsız olarak tasvir ediliyor. Türkiye, karanlık ve baskıcı bir ülke olarak gösteriliyor. Yönetmen Alan Parker ve senarist Oliver Stone’un Türkiye’yi olumsuz göstermek için ellerinden geleni yapmışlar.

Taken 2 (2012): Türkiye, bu kez Liam Neeson’ın başrolde olduğu bir aksiyon filminde tehlikeli bir ülke olarak resmediliyor. İstanbul, film boyunca suç ve tehdit dolu bir şehir gibi sunulurken, Türkler genellikle mafya üyeleri ya da suç şebekelerine bağlı kişiler olarak gösteriliyor.

Yine “gelişmemiş Türkiye ve orada yaşayan hasta ruhlu insanlar” algısını tüm dünyanın gözüne sokan bir yapım.

The Accidental Spy (2001): Jackie Chan’in başrolünde olduğu bu film, Türkleri ve Türkiye’yi egzotik ve geri kalmış bir ülke olarak betimliyor. Filmde, İstanbul yine kaotik, ilkel ve güvenilmez bir şehir olarak resmediliyor.

İnsanın kafasına şu soru takılıyor: Filmlerde bunun yapılmasının nedeni hikayeyi desteklemek mi yoksa politik kaygılar mı?

Maalesef ki sinemada çoğu zaman ‘sanat, sanat içindir’ yerine Sanat, politika içindir zihniyeti hakim.

Sadece günümüz tasvirleri değil tarihi filmlerde de durum buna benzer. Osmanlı dönemini  konu alan filmlere bakın.

Döneminde dahi Osmanlı çok merak edilen ve ilgi duyulan bir medeniyetti. Osmanlı haremleri ise tüm dünya için bir sır ve merak konusuydu. Birçok ünlü ressam eserlerinde Osmanlı haremlerine yer vermişti.

Batı sinemasında özellikle Osmanlı İmparatorluğu dönemi, oryantalist bakış açısıyla sık sık ele alınmıştır. Osmanlı, genellikle baskıcı ve zulmün sembolü olarak tasvir edilir. Osmanlı harem kadınları ise genellikle sadece fiziksel çekicilikleriyle öne çıkarılır ve harem ortamı, Batı’nın Doğu’ya dair önyargılarını pekiştiren bir şekilde tasvir edilir.

Lawrence of Arabia (1962): Oscar’da ‘En İyi Film’ ödülünü almış bir yapım. Filmde Osmanlı askerleri, zalim ve acımasız figürler olarak gösterilir. Osmanlı yöneticileri, ahlaksız ve baskıcı bir şekilde resmedilirken, Arapların özgürlük mücadeleleri Batı’nın yardımseverliği üzerinden anlatılır.

Batının sözde ne kadar yardım sever olduğunu, Ortadoğu’ya nasıl ‘Demokrasi götürdüğünü’ hepimiz biliyoruz zaten. Kızılderili katliamları, İnsan Hayvanat bahçeleri, Engizisyon mahkemeleri, Sömürgeleştirdikleri Afrika ülkeleri… Listeleri oldukça kabarık.

Çok uzak bir zamana gitmeye de gerek yok. Rusya-Ukrayna savaşı ve İsrail-Filistin savaşına bakın. Rusya ve İsrail, savaşları başlatan ve diğerlerine göre daha güçlü ülkeler. Batı, Ukrayna’yı destekleyip orada yaşayan insanlar ve çocuklar için timsah gözyaşları akıtırken, Filistinli çocuklar umurlarında değil.

Bu politik kaygıları olan filmlerde Türkiye, bir köprü, geçiş güzergahı ya da arka plan olarak kullanılıyor, ancak kültürel derinlik veya modern gerçekler yansıtılmıyor.

Skyfall (2012): James Bond filmi olan Skyfall'da, İstanbul yine bir kovalamaca sahnesinin fonu olarak kullanılıyor. Ancak şehir, modern yapılarıyla değil, dar sokakları, kaotik atmosferi ve egzotik dokusuyla öne çıkarılıyor.

Kendimi tekrarlıyor gibi hissediyorum ama durum bu. Üzgünüm ama ben değil, Batı sineması Türkiye üzerinden aynı temayı kullanarak kendini tekrarlıyor.

Biraz da batı filmlerinde nadiren de olsa gördüğümüz Türk karakterleri ele alalım. Batı filmlerinde Türk karakterler çoğunlukla şu klişelerle tasvir edilmiştir:

1. Kaba ve Şiddet Yanlısı:

Türkler, sık sık kaba saba, sert ve anlayışsız karakterler olarak resmedilir. Örneğin, Delta Force (1986) filminde Türkler, terörist olarak tasvir edilir ve şiddet yanlısı bireyler gibi gösterilir.

2. Mistik ve Egzotik:

Türk kadın karakterler, Batı’nın oryantalist hayal gücünde genellikle egzotik ve cinselleştirilmiş bir şekilde temsil edilir. Özellikle Osmanlı dönemini anlatan yapımlarda, harem kadınları fiziksel çekicilikleriyle öne çıkarılır.

3. Geri Kalmış ve Eğitimsiz:

Batı sineması, sık sık Türkleri eğitimsiz, geri kalmış ve modern dünyadan kopuk bireyler olarak tasvir etmiştir. Indiana Jones and the Last Crusade (1989) filminde Türkler, Indiana Jones’un yolculuğu sırasında sadece bir engel olarak gösterilir.

Batı sinemasındaki Türk temsili, yalnızca güncel bir konu değil, aynı zamanda derin tarihi kökenlere sahip bir mesele olarak karşımıza çıkar. Osmanlı İmparatorluğu, kurulduğu günden itibaren Batı için sürekli bir tehdit unsuru olmuştur. 1453’te İstanbul’un fethedilmesiyle Batı, Osmanlı’yı bir rakip olarak hatta tehlike olarak görmeye başlamış ve bu düşmanlık, özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda doruğa çıkmıştır. Bu tarihlerde Batı, Osmanlı’yı "barbar" bir devlet olarak resmetmiştir.

Tanıdık geldi mi?

Evet. Bu algı, Batı sinemasına kadar ulaşmış ve özellikle Türkler, geri kalmış ve tehlikeli bir unsur olarak gösterilmeye devam etmiştir.

Bu bakış açısının sinemada yaygınlaşması, Batı'nın Doğu'yu anlamak yerine ondan korkma eğiliminde olmasının sonucundan başka bir şey değildir.

Batı sinemasındaki Türk algısı, tarihsel, kültürel ve politik önyargılarla şekillenmiş karmaşık bir meseledir. Ancak bu algının değişmesi mümkündür. Türk yapımcıların kendi hikâyelerini dünyaya daha fazla anlatması, bu değişimin en önemli adımı olabilir ama günümüzde bazı ses getirmiş Türk yönetmenler Batı’nın bu algısını destekler nitelikte filmler üretiyor. Onların filmlerinde de çoğu zaman aynı konsept. Bu tür yapımlarda genellikle kırsal kesimin, geleneklerin ya da sistemin karanlık yönleri aşırı derecede abartılarak veya genelleştirilerek sunulur.

İşte bu tür yapımlardan bazıları:

1.     Zenne (2012)

Bu film, Türkiye’deki LGBT+ bireylerin karşılaştığı sorunları anlatır. Ancak hikâye, Türkiye’nin genel yapısını "hoşgörüsüz, baskıcı ve bağnaz" bir toplum olarak resmetme eğilimindedir. Film, bireysel trajediler üzerinden ilerlese de toplumu bütünüyle olumsuz gösterdiği eleştirilerine maruz kalmıştır.

2.     Kış Uykusu (2014)

Her ne kadar uluslararası alanda büyük övgüler alsa da, Nuri Bilge Ceylan’ın bu filmi Türkiye içinden bazı eleştiriler almıştır. Özellikle kırsaldaki "köylü" algısını karamsar bir şekilde yansıttığı ve sınıf ayrımcılığını yoğun biçimde vurguladığı için Türkiye’yi modernleşme sürecinde başarısız bir toplum olarak resmettiği öne sürülmüştür.

3.     Beynelmilel (2006)

1980 darbesinin sert etkilerini anlatan bu yapım, Türkiye’nin askeri rejim altındaki baskıcı yüzünü gösterir. Ancak film, Türk ordusunu ve sistemi aşırı derecede "acımasız" ve "insanlık dışı" olarak sunarak genelleme yapmakla eleştirilmiştir.

4.     Mustang (2015)

Fransız yapımı bir film olmasına rağmen, Türk yönetmen Deniz Gamze Ergüven’in imzasını taşıyan bu yapım, Türkiye’nin kırsal kesimindeki baskıcı gelenekleri konu alır. Film, özellikle Batı izleyicisinde Türk toplumunu aşırı derecede muhafazakâr, kadınlara baskı uygulayan bir yapı olarak genelleme eleştirisi almıştır.

Bu filmlerin hepsi sinemamız için değerli ve bir o kadarda başarılı filmler. Eleştiride bulunduğum şey filmler değil, neden oldukları genellemeler. Elbette Batı sineması kadar sert ve tek pencereden değil ama bu algıyı yıkmaya yardım edecek filmler de değiller.

Bize bizi anlatan bu filmler, aslında eleştirel bakış açılarıyla ülkemizde öne çıkıyorlar. Genellikle toplumdaki sorunları vurgulamaya çalışıyorlar. Ancak bu yapımların uluslararası arenada izlenmesi, Batı izleyicisinde Türkiye’yi genel anlamda olumsuz bir ülke olarak algılanmasına neden oluyor. Özellikle kırsal bölgeler, sistem eleştirileri ve toplumsal yozlaşma gibi konuların sürekli karanlık bir şekilde işlenmesi, Türkiye’yi tek yönlü bir bakış açısıyla tanıtıyor dünyaya.

Bu konu ile ilgili hem bahsetmek istediğim hem de bahsetmek istemediğim iki Türk yönetmen daha var. Fatih Akın ve Yılmaz Güney. Bu iki yönetmeni başka bir zaman ayrıca değerlendirmek istiyorum çünkü filmleri hakkında konuşulması gereken çok konu var.

Sinema, yalnızca bir eğlence aracı değil, aynı zamanda güçlü bir propaganda aracıdır. Bunu neredeyse yazdığım her yazıda vurgulamaya çalışıyorum.

Türk sineması, bu gücü kullanarak uluslararası arenada kendi hikâyelerini anlatmalı bu hikayeleri tek bir penceren değil ülkemizde olduğu gibi çeşitliliği, iyisini, kötüsünü göstererek anlatmalı. Kültürel algıların değişmesine katkıda bulunmalıdır. Çünkü bu önyargılar, ancak zaman içerisinde doğru anlatılarla kırılabilir.

Tabii ‘politika’ izin verirse...