Prof. Dr. Taşkıner Ketenci, bir konuşmasında sosyal medyayı anlatırken Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna kitabına atıfta bulunarak şunu söylüyor:
“Raif Efendi, sevdiği kadını arayan, ona karşı derin bir özlem duyan bir karakterdir. Eğer bu çağda yaşasaydı, sosyal medya üzerinden Maria’yı bulur, evlenir ve hatta boşanmış bile olurdu.”
Buradan çıkartacağımız sonuç, iletişimden ziyade, sosyal medyanın bizim hayatımızı nasıl şekillendirdiğidir.
Değerler değişti, öncelikler altüst oldu…
Artık sosyal medya bize nasıl yaşamamız gerektiğini, hangi tatili yapacağımızı, hangi restoranda yemek yememiz gerektiğini, hatta nasıl doğum yapacağımızı bile dikte ediyor. Ve bizde fütursuzca tüketiyoruz…
Sosyal medya, kim olduğumuzu değil, kim olmamız gerektiğini empoze ediyor. Orada gördüğümüz o mükemmel hayatlara özenerek, “mış gibi” yaşamak için kendimizi paralıyoruz.
En kötüsü de ne biliyor musunuz?
Bu sanal dünyada var olabilmek için mahremiyetimizi parça parça yok ediyoruz.
Şahsi durumlarımızı kendi annemize babamıza dahi anlatmaktan imtina ettiğimiz bir nesilden, sosyal medya da kocasıyla sahura kadar ne yaptığını anlatan bir nesil haline geldik.
Herkesin ağzında bir medeniyet ama yaşantılar teşircilikten ibaret.
Mahremiyet duygumuzu nerede bıraktık?
Bir insanın iç dünyası mahremiyetidir. Bir insanın eşiyle olan ilişkisi mahremiyetidir. Bir insanın aile sorunları mahremiyetidir. Ama artık bunları herkesin gözleri önüne sermek bir meziyet sayılıyor.
Medeniyet… Kelime anlamı “şehirleşmek” olsa da, esasen insana kendini kontrol edebilme yetisi kazandıran değerler bütünüdür. Ancak geldiğimiz noktada, mahremiyetin yerini teşhircilik, medeniyetin yerini şov dünyası aldı.
Özel hayatını ulu orta anlatanlar bunu medeniyet zanneder oldu.
İşin ironik yanı ise, muhafazakarlıktan burun kıvıranlar, en mahrem anlarını teşhir etmeyi ‘çağdaşlık’ olarak adlandırdı.
Ancak, nasıl ki teşircilik medeniyet değilse, mahremiyette muhafazakarlık değildir.
Kişinin mahremiyeti, kendi sınırı, kendine özel olanıdır. Ne güzel demiş Cemil Meriç, ‘’Mahremiyet, insanın kendine saygısının en büyük göstergesidir" diye.
Toplumda öyle bir açlık var ki, herkes içten içe kendini ispatlama yönünde yarışa girdi. Ama en önemli soruyu kimse dönüp kendine sormuyor:
Ben kime neyi ispatlamaya çalışıyorum?
Ve bunun için kendimden neden bu kadar ödün veriyorum?
Ben gerçekten kendi hayatımı mı yaşıyorum, yoksa başkalarına göstermek için mi yaşıyorum?
Cevabı bulabilen kaldı mı, bilmiyorum… Ama şunu biliyorum ki, mahremiyetimizi kaybettik, medeniyeti de…
İşin özü;
Sosyal medya, hepimizi bir sahneye koydu. Ama sahneye çıkan herkes oyuncu olmak zorunda değil.
Bazen kendimizi ispatlamak, kabul görmek ya da fark edilmek için sınırlarımızı zorluyoruz.
Özelimizi paylaşırken, aslında neyi ne uğruna feda ettiğimizi düşünmüyoruz.
İnsan mahremiyetini kaybettiğinde, kendine dair bir şeyleri de kaybeder.
Her şeyi paylaşınca, kendimize ne kalıyor ki?
İşte asıl mesele tam da bu.
Gösterdiğimiz hayat ile gerçekten yaşadığımız hayat arasındaki uçurum ne kadar büyükse, ruhumuz da o kadar yorgun ve tatminsiz oluyor.
Başkalarına bir şey ispat etme çabasını bırakıp, kendimize dönebilsek, kişinin kendine sadık kalabilmesinin ne büyük bir başarı olduğunu da anlayabiliriz anlında.
“Mahremiyet kaybolursa, insan ruhunu kaybeder.”
– Dostoyevski